Ailemin ilgisizliği beni hâlâ etkiliyor; bu cümle, yetişkin bir bireyin zihninde yankılanan, geçmişin bugüne uzanan gölgesini ve çocuklukta karşılanmamış temel bir ihtiyacın sızısını ifade eder. Bu, fiziksel şiddet veya istismar gibi gözle görülür yaralardan farklı olarak, çoğu zaman sessiz, görünmez ama bir o kadar da derin ve kalıcı bir travma olan duygusal ihmalin bir sonucudur. Duygusal ihmal, ebeveynlerin çocuğun duygusal ihtiyaçlarına karşı kör, sağır ve tepkisiz kalmasıdır; var olan kötü bir davranış değil, var olması gereken iyi bir davranışın yokluğudur. İstanbul gibi yoğun ve rekabetçi bir yaşam temposuna sahip şehirlerde, bireyler bu ihmalin yarattığı içsel boşlukla başa çıkmakta daha da zorlanabilirler.
Psikiyatri alanında önemli çalışmalara imza atan Uz. Dr. Alper Ayduman, kliniğine başvuran birçok yetişkinin dile getirdiği ilişki sorunlarının, değersizlik hissinin ve kronik mutsuzluğun temelinde, çocuklukta yaşanan bu görünmez yaranın yattığını belirtmektedir. Bu durum, kişinin sevgiye, ilgiye ve anlaşılmaya layık olmadığına dair derin bir temel inanç geliştirmesine neden olur. Yetişkinlikte kurulan romantik ilişkiler, arkadaşlıklar ve hatta kariyer hedefleri, farkında olmadan bu temel inancın gölgesinde şekillenir. Kişi, ya sürekli olarak başkalarından onay ve sevgi dilenir ya da incinmekten o kadar korkar ki, kendini duygusal bir zırhın arkasına hapseder. Bu makalede, ailemin ilgisizliği beni hâlâ etkiliyor hissinin psikolojik temellerini, yetişkinlikteki yansımalarını ve bu derin yarayı iyileştirmenin terapötik yollarını uzman bir bakış açısıyla, kapsamlı bir şekilde ele alacağız.
Duygusal İhmalin Psikolojik Mirası: Görünmez Yaralar
Duygusal ihmal, çocuğun duygusal dünyasının ebeveynleri tarafından sistematik olarak görmezden gelinmesidir. Bu, çocuğun sevincine ortak olmamak, üzüntüsünü teselli etmemek, korkusunu yatıştırmamak, başarılarını takdir etmemek ve en önemlisi, ona “seni anlıyorum” mesajını vermemek anlamına gelir. Bu durum, bir boşluk yaratır; çocuğun benliğinde, sevginin, onayın ve aidiyetin olması gereken yerde bir hiçlik oluşur. Bu yara görünmezdir, çünkü ortada somut bir olay, bir darp veya hakaret yoktur. Bu nedenle, duygusal ihmale maruz kalmış yetişkinler genellikle yaşadıklarını “travma” olarak adlandırmakta zorlanır. “Annem babam bana hiç vurmadı, ihtiyaçlarımı karşıladılar, aslında iyi insanlardı” gibi cümlelerle kendi acılarını küçümseme eğilimindedirler.
Oysa psikodinamik açıdan bakıldığında, bu yoksunluk, kimliğin ve benlik saygısının gelişiminde onarılması güç hasarlara yol açar. Uz. Dr. Alper Ayduman, bu “olmayanın travmasının” kişinin tüm yaşam senaryosunu etkilediğini vurgular. Birey, kendi duygularını tanımayı, onlara güvenmeyi ve onları sağlıklı bir şekilde yönetmeyi öğrenemez. Bu bölümde, duygusal ihmalin en temel iki psikolojik mirasını; bağlanma stilleri üzerindeki etkisini ve “Duygusal Yoksunluk” şemasının yarattığı kronik boşluk hissini inceleyeceğiz. Bu temelleri anlamak, yetişkinlikte yaşanan birçok sorunun kaynağına ışık tutacaktır.
Bağlanma Stilleri ve Güvensizliğin Kökleri
İnsanın ilişki kurma biçiminin temelleri, bebeklik ve erken çocukluk döneminde bakım veren kişiyle kurulan bağda gizlidir. İngiliz psikiyatrist John Bowlby tarafından geliştirilen Bağlanma Kuramı‘na göre, bir çocuğun en temel ihtiyacı, kendini tehlikede hissettiğinde sığınabileceği güvenli bir limanın varlığıdır. Duygusal olarak mevcut ve tepkili bir ebeveyn, çocuğun ihtiyaçlarını (ağladığında, korktuğunda) tutarlı bir şekilde karşıladığında, çocuk “güvenli bağlanma” geliştirir. Bu çocuk, dünyanın güvenli bir yer olduğuna, kendisinin sevgiye layık olduğuna ve ihtiyaç duyduğunda başkalarından destek alabileceğine inanır. Ancak, ebeveynler duygusal olarak ilgisiz, tepkisiz veya tutarsız olduğunda, çocuk “güvensiz bağlanma” stillerinden birini geliştirir. Ailemin ilgisizliği beni hâlâ etkiliyor diyen bir yetişkinin temelinde genellikle bu güvensiz bağlanma yatar. Bu stillerden biri kaygılı-kararsız bağlanmadır. Bu durumda ebeveyn, bazen ilgili bazen ilgisizdir.
Çocuk, sevgi ve ilgiyi ne zaman alacağını kestiremez. Bu belirsizlik, çocuğun sürekli olarak ebeveynin dikkatini çekmeye, ona yapışmaya ve ayrılığa karşı aşırı tepki vermesine neden olur. Bu çocuklar, yetişkinliklerinde de terk edilme korkusuyla dolu, ilişkilerde sürekli güvence arayan, partnerlerine yapışan ve aşırı talepkar olabilen bireylere dönüşürler. Diğer bir güvensiz bağlanma stili ise kaçınmacı bağlanmadır. Bu durumda ebeveyn, çocuğun duygusal ihtiyaçlarına karşı sürekli olarak ilgisiz ve mesafelidir. Çocuk, ağladığında veya yakınlık aradığında reddedilir. Zamanla, ihtiyaçlarını dile getirmenin faydasız ve hatta acı verici olduğunu öğrenir. Duygularını bastırır ve kimseye ihtiyaç duymaması gerektiğine dair bir savunma mekanizması geliştirir. Bu çocuklar, yetişkinliklerinde duygusal yakınlıktan korkan, ilişkilerinde mesafeli duran, “bağımsızlıklarına” aşırı düşkün ve partnerlerinin duygusal taleplerinden bunalan bireyler olurlar. Bu güvensiz bağlanma stilleri, kişinin yetişkinlikteki tüm romantik ilişkilerini, arkadaşlıklarını ve hatta iş ilişkilerini sabote edebilir. Kişi, farkında olmadan, çocukluğundaki o güvensiz ve tatmin edici olmayan ilişki dinamiğini hayatına çektiği partnerlerle yeniden yaratır. Bu, acı verici bir tekrar döngüsüdür.
“Duygusal Yoksunluk” Şeması ve Kronik Boşluk Hissi
Şema Terapi’nin kurucusu Jeffrey Young’a göre, çocuklukta karşılanmayan temel ihtiyaçlar, “uyum bozucu şemalar” adı verilen kalıcı ve katı inanç kalıplarının gelişmesine neden olur. Duygusal ihmalin doğrudan bir sonucu olan en yaygın şemalardan biri Duygusal Yoksunluk şemasıdır. Bu şemaya sahip bir birey, sevgi, empati, korunma ve anlaşılma gibi temel duygusal ihtiyaçlarının başkaları tarafından asla yeterince karşılanmayacağına dair derin ve yaygın bir inanca sahiptir. Bu inanç, kişinin bilinçli farkındalığının dışında işleyebilir, ancak tüm duygu, düşünce ve davranışlarını etkiler. Ailemin ilgisizliği beni hâlâ etkiliyor hissi, bu şemanın en net ifadesidir. Bu şemanın üç alt türü vardır: Sevgi Yoksunluğu (ilgi, şefkat ve sıcaklıktan mahrum kalma), Empati Yoksunluğu (anlaşılmamış, kimsenin dinlemediği hissi) ve Korunma Yoksunluğu (hayatta güçlü birinin rehberliğine ve desteğine sahip olmama hissi). Bu şemaya sahip kişiler, genellikle kendilerini derin bir kronik boşluk hissi içinde bulurlar. Bu, somut bir üzüntüden farklı, nedensiz, kemirici bir eksiklik hissidir. Ne kadar başarı elde ederlerse etsinler, ne kadar sevilirlerse sevilsinler, içlerindeki o boşluk bir türlü dolmaz.
Çünkü bu boşluk, bugünün olaylarıyla değil, geçmişin karşılanmamış ihtiyaçlarıyla ilgilidir. İlişkilerinde, genellikle ya onlara bu yoksunluğu yeniden yaşatacak duygusal olarak mesafeli ve narsisistik partnerler seçerler (şema kimyası) ya da bu boşluğu doldurma umuduyla partnerlerinden aşırı talepkar hale gelirler, ancak hiçbir ilgi ve sevgi onlara “yeterli” gelmez. Bu durum, onların sürekli olarak hayal kırıklığı yaşamasına ve “Bende bir sorun var” veya “Kimse beni gerçekten sevmiyor” inançlarının pekişmesine neden olur. İstanbul gibi büyük bir metropolde, bu içsel boşluk hissi, kişiyi alışveriş, aşırı çalışma, alkol veya anlamsız ilişkiler gibi dışsal ve geçici doyum kaynaklarına yöneltebilir. Ancak bu kaçış mekanizmaları, boşluğu doldurmak yerine onu daha da derinleştirir. Psikoterapi, bu şemanın farkına varılmasını, kökenlerinin anlaşılmasını ve “Sağlıklı Yetişkin” modunun güçlendirilerek bu şemanın iyileştirilmesini hedefler.
“Ailemin ilgisizliği beni hâlâ etkiliyor”: Yetişkinlikteki Yansımaları
Çocuklukta yaşanan duygusal ihmalin yarattığı boşluk ve güvensizlik, bir zaman kapsülü gibi yetişkinlik yıllarına taşınır ve burada kendini çeşitli psikolojik ve ilişkisel sorunlar olarak gösterir. Kişi, artık ebeveynleriyle yaşamıyor olsa bile, onların içselleştirilmiş sesleri ve yarattıkları ilişki kalıpları, hayatının her alanında etkisini sürdürür.
Ailemin ilgisizliği beni hâlâ etkiliyor; bu sadece geçmişe dair bir anı değil, bugünün gerçekliğini şekillendiren aktif bir güçtür. Yetişkinlikteki bu yansımalar genellikle kafa karıştırıcıdır, çünkü kişi yaşadığı sorunlarla çocukluk deneyimleri arasında bir bağ kurmakta zorlanabilir. Neden sürekli yanlış partnerler seçtiğini, neden bir türlü mutlu olamadığını veya neden kendine karşı bu kadar acımasız olduğunu anlayamaz. Bu durum, kişinin kendini daha da kusurlu ve umutsuz hissetmesine yol açar. Oysa bu sorunlar, kişisel bir başarısızlıktan ziyade, erken dönemde öğrenilmiş ve hayatta kalmak için geliştirilmiş ancak artık işlevsel olmayan stratejilerin birer sonucudur. Bu bölümde, duygusal ihmalin yetişkinlikteki en belirgin iki yansımasını; romantik ilişkilerdeki tekrarlayan döngüleri ve kişinin kendisine yönelik acımasız eleştirisini derinlemesine inceleyeceğiz. Bu yansımaları fark etmek, değişim ve iyileşme yolculuğunun en önemli adımıdır.
Romantik İlişkilerde Tekrarlayan Döngüler: Yakınlık Korkusu ve Bağımlılık
Duygusal ihmal mağdurlarının yetişkinlikteki romantik ilişkileri, genellikle bir paradoks üzerine kuruludur: Bir yandan çocuklukta alamadıkları o derin sevgiyi ve yakınlığı umutsuzca ararlar, diğer yandan da gerçek bir yakınlık kurulmaya başlandığında bundan ölesiye korkarlar. Bu yakınlık korkusu, birkaç temel nedenden kaynaklanır. Birincisi, yakınlık, savunmasız olmayı gerektirir. Ancak bu kişiler için savunmasız olmak, geçmişte olduğu gibi yeniden incinmek, görmezden gelinmek ve hayal kırıklığına uğramakla eş anlamlıdır.
Bu nedenle, bir ilişki ciddileşmeye başladığında, partnerlerini kendilerinden itebilir, kusurlarını arayabilir veya ilişkiyi sabote edebilirler. İkincisi, ihmal edilmiş bir çocuk, sevginin nasıl bir his olduğunu veya sağlıklı bir ilişkinin nasıl işlediğini bilmez. Bu nedenle, sağlıklı ve tutarlı bir sevgiyle karşılaştıklarında, bu onlara “yabancı” ve “sıkıcı” gelebilir. Onlar için “aşk”, genellikle çocukluktan aşina oldukları belirsizlik, özlem ve ulaşılamama hisleriyle ilişkilidir. Bu nedenle, farkında olmadan, kendilerine tıpkı ebeveynleri gibi davranan, duygusal olarak ulaşılamaz, mesafeli, narsisistik veya eleştirel partnerler seçme eğilimindedirler. Bu, “şema kimyası” olarak adlandırılan güçlü bir çekimdir ve kişinin o acı veren çocukluk dinamiğini yeniden canlandırmasına neden olur. Diğer bir uçta ise bağımlılık (codependency) eğilimi görülebilir. Kişi, sevgiye layık olmadığına inandığı için, sevgiyi “kazanmaya” çalışır. Partnerinin tüm ihtiyaçlarını karşılayarak, onun için vazgeçilmez olmaya çalışarak kendine bir değer yaratmaya çabalar. Kendi ihtiyaçlarını ve sınırlarını tamamen yok sayar. Bu, “Eğer bana ihtiyacı olursa, beni asla terk etmez” düşüncesine dayanan bir hayatta kalma stratejisidir. Ancak bu durum, sömürüye açık, tek taraflı ve son derece yorucu ilişkilere yol açar. Her iki senaryoda da sonuç, kişinin çocukluktaki o derin yalnızlık ve değersizlik hissini yeniden tecrübe etmesidir.
Kendine Yönelik Eleştiri ve Düşük Benlik Saygısı
Bir çocuğun zihni, soyut düşünme yeteneği gelişmediği için, dünyayı ve olayları benmerkezci bir şekilde yorumlar. Ebeveynleri ona karşı ilgisiz davrandığında, çocuk “Annemle babamın kendi sorunları var ve bana nasıl sevgi göstereceklerini bilmiyorlar” gibi olgun bir sonuca varamaz. Bunun yerine, içgüdüsel olarak şu sonuca varır: “Eğer ailem bana ilgi göstermiyorsa, bu benimle ilgili bir sorun olduğu anlamına gelir. Ben sevimsizim, sıkıcıyım, yetersizim veya bir şekilde kusurluyum.” Bu, hayatta kalmak için bir mantık kurma çabasıdır, çünkü sorun kendindeyse, belki onu “düzeltebilir” ve sevgiyi hak edebilir. Bu çocuksu yorum, yetişkinlikte kişinin en acımasız yargıcı olan içsel eleştirel sese dönüşür. Bu ses, kişinin her hatasını acımasızca eleştirir, başarılarını küçümser ve ona sürekli olarak yeterince iyi olmadığını fısıldar. Ailemin ilgisizliği beni hâlâ etkiliyor cümlesi, bu içsel eleştirmenin monologunun bir parçasıdır.
Bu durum, kronik bir düşük benlik saygısına yol açar. Kişi, kendi değerini ve yeteneklerini objektif bir şekilde değerlendiremez. Başarılarını şansa veya dış etkenlere bağlarken, başarısızlıklarının tüm sorumluluğunu üstlenir. Başkalarından gelen iltifatları kabul etmekte zorlanır, çünkü bu iltifatlar kendi içsel değersizlik inancıyla çelişir. Bu acımasız iç ses, aynı zamanda mükemmeliyetçilik eğilimini de besler. Kişi, sevilmek ve kabul görmek için “kusursuz” olması gerektiğine inanır. Bu nedenle, her şeyi mükemmel yapmaya çalışır, hata yapmaktan aşırı korkar ve bu da onu sürekli bir kaygı ve stres altında bırakır. Kendi duygularına ve ihtiyaçlarına karşı da aynı ilgisizliği gösterir. Çocukken ebeveynlerinin yaptığı gibi, kendi duygularını “önemsiz”, “abartılı” veya “mantıksız” olarak etiketler. Kendi ihtiyaçlarını dile getirmeyi “bencillik” olarak görür. Bu, “kendini ihmal etme” döngüsünü devam ettirir. Kişi, kendisine nasıl şefkat göstereceğini, kendisini nasıl yatıştıracağını ve kendisine nasıl iyi bakacağını öğrenememiştir. Bu da depresyon ve anksiyete bozuklukları için ciddi bir zemin hazırlar.
İyileşme ve Yeniden Ebeveynlik: Terapi Sürecindeki Adımlar
Geçmişte yaşanan duygusal ihmalin yarattığı derin yaraları iyileştirmek, uzun soluklu, cesaret ve kararlılık gerektiren bir yolculuktur. Ancak bu, imkansız bir yolculuk değildir. Psikoterapi, bu karanlık tünelin ucundaki ışığı görmeyi ve o ışığa doğru adım atmayı sağlayan en güçlü araçtır. İyileşme süreci, geçmişi sihirli bir şekilde değiştirmek anlamına gelmez. Geçmişte olanlar değiştirilemez, ancak onların bugünümüz ve geleceğimiz üzerindeki etkisi değiştirilebilir. Bu süreç, kişinin kendine ve dünyaya dair o acı verici inanç kalıplarını fark etmesini, bunlarla yüzleşmesini ve yerlerine daha sağlıklı ve şefkatli olanları inşa etmesini içerir. Temelde bu, bir “yeniden ebeveynlik” sürecidir; kişinin, çocukken alamadığı anlayışı, şefkati ve desteği, terapistinin yardımıyla önce kendisine vermeyi öğrenmesidir. İstanbul‘daki kliniğinde Uz. Dr. Alper Ayduman, bu iyileşme sürecinde bireylere güvenli bir liman sunarak, onların kendi içsel güçlerini keşfetmelerine ve daha doyumlu bir yaşam inşa etmelerine rehberlik etmektedir. Bu bölümde, bu dönüştürücü yolculukta kullanılan temel terapötik yaklaşımları ve bireyin kendine nasıl “yeniden ebeveynlik” yapabileceğini ele alacağız.
İstanbul’da Uz. Dr. Alper Ayduman ile Terapötik Yaklaşımlar
Duygusal ihmalin tedavisinde tek bir doğru yoktur; en etkili yaklaşım, bireyin ihtiyaçlarına göre şekillendirilen bütüncül bir yaklaşımdır. Ailemin ilgisizliği beni hâlâ etkiliyor diyen bir danışanla çalışırken, Şema Terapi oldukça güçlü bir yöntem olarak öne çıkar. Şema Terapi, daha önce bahsettiğimiz “Duygusal Yoksunluk”, “Terk Edilme”, “Kusurluluk” gibi uyum bozucu şemaları ve bu şemalarla başa çıkmak için geliştirilen modları (örneğin, “Uyumlu Teslimci”, “Kopuk Korungan”) hedefler. Terapinin en önemli hedeflerinden biri, danışanın içindeki incinmiş “kırılgan çocuk modu” ile bağlantı kurmaktır. Terapist, bu çocuğun geçmişte karşılanmamış ihtiyaçlarını anlar, onun acısını ve öfkesini geçerli kılar. Bu, danışanın hayatında belki de ilk defa gerçekten anlaşıldığını hissettiği “düzeltici duygusal bir deneyim”dir. Terapinin bir diğer amacı da, danışanın içindeki “sağlıklı yetişkin modu”nu güçlendirmektir. Sağlıklı yetişkin, içindeki çocuğa şefkatle yaklaşan, onun ihtiyaçlarını gören, sınır koyabilen ve hayatla ilgili mantıklı kararlar alabilen bilge bir ebeveyn gibidir. Bir diğer etkili yöntem ise EMDR (Göz Hareketleriyle Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme) terapisidir.
EMDR, özellikle ihmalin yarattığı spesifik, acı verici anıların (örneğin, tek başına ağladığı bir gece, alay edildiği bir an) beyinde yeniden işlenerek duygusal yükünün azaltılmasına yardımcı olur. Bu, anının silinmesi anlamına gelmez, ancak anı hatırlandığında artık eskisi kadar rahatsız edici olmamasını sağlar. Psikodinamik Terapi, bilinçdışı süreçlere odaklanarak, kişinin çocukluk deneyimlerinin bugünkü ilişki kalıplarını nasıl etkilediğine dair derin bir içgörü kazanmasına yardımcı olur. Terapist-danışan ilişkisi (aktarım), bu kalıpların anlaşıldığı bir laboratuvar işlevi görür. Bu terapilerin hepsi, danışana güvenli bir alan sunar. Bu alanda kişi, öfke, utanç, keder gibi “yasaklı” duygularını yargılanma korkusu olmadan ifade etmeyi öğrenir.
Kendine Şefkatle “Yeniden Ebeveynlik” Yapmak
Terapi sürecinin en önemli çıktılarından biri, bireyin terapide öğrendiklerini hayatına aktararak kendi kendinin terapisti olmayı öğrenmesidir. Bu, kendine “yeniden ebeveynlik” yapma becerisini geliştirmekle mümkündür. Bu, çocukken ihtiyaç duyulan ancak alınamayan o şefkatli, koruyucu ve destekleyici iç sesi geliştirmek anlamına gelir. Bunun ilk adımı, duyguları tanımak ve geçerli kılmaktır. “Şu anda üzgünüm ve üzgün hissetmeye hakkım var” veya “Bu duruma öfkelenmem çok normal” gibi cümlelerle kendi duygusal deneyimini onaylamaktır.
Bu, çocukken “abartıyorsun” veya “bunda üzülecek ne var” denilerek geçersiz kılınan duygulara iade-i itibardır. İkinci adım, kendine şefkat göstermektir. Bu, hata yaptığında veya zorlandığında, o acımasız içsel eleştirmeni susturup, yerine iyi bir arkadaşın söyleyeceği gibi “Herkes hata yapar, önemli olan bundan ders çıkarmak”, “Şu anda zor bir dönemden geçiyorsun ve elinden gelenin en iyisini yapıyorsun” gibi destekleyici cümleler kurmaktır. Üçüncü ve en önemli adımlardan biri, sınır koymayı öğrenmektir. Bu, kendi ihtiyaçlarına öncelik vermek ve başkalarının taleplerine suçluluk duymadan “hayır” diyebilmektir. Bu, bencillik değil, öz saygının bir gerekliliğidir. Kendine iyi bakmak – yeterince uyumak, sağlıklı beslenmek, keyif aldığı aktivitelere zaman ayırmak – da bu sürecin bir parçasıdır. Bu, kişinin kendine “Sen değerlisin ve ihtiyaçların önemli” mesajını verdiği somut bir eylemdir. Bu pratikler, kişinin içindeki o kronik boşluk hissini, dışsal onay veya geçici zevklerle değil, kendi içsel kaynaklarıyla, yani öz sevgi ve öz şefkatle doldurmasını sağlar. Bu, kişinin sadece hayatta kalmaktan çıkıp, gerçekten yaşamaya başladığı, kendini değerli ve bütün hissettiği bir hayata doğru attığı en güçlü adımdır.