Uzman Psikiyatrist Alper Ayduman İstanbul

Herkesi memnun etmek zorundaymışım gibi hissediyorum; bu cümle, modern insanın zihninde yankılanan, çoğu zaman dile getirilmese de derinden hissedilen bir ağırlığın ifadesidir. Bu sadece basit bir nezaket veya başkalarını düşünme hali değil, kişinin kendi ihtiyaçlarını, isteklerini ve hatta kimliğini başkalarının beklentileri uğruna feda ettiği karmaşık bir psikolojik örüntüdür. İstanbul gibi metropollerde yaşayan bireylerde, rekabetin ve sosyal beklentilerin yüksekliği nedeniyle bu his daha da yoğun bir şekilde tecrübe edilebilir. Psikiyatri alanında, bu durum “onay arama davranışı” veya “insanları memnun etme sendromu” olarak da adlandırılan, altında derin psikodinamik süreçler barındıran bir konudur. Alanında yetkin bir isim olan Uz. Dr. Alper Ayduman, bu hissin sadece bir karakter özelliği olmadığını, tedavi edilebilir ve yönetilebilir psikolojik bir zorlanma olduğunu vurgulamaktadır. Bu duygunun pençesinde olan kişiler, genellikle kendi değerlerini, başkalarından aldıkları onaya endekslerler. Reddedilme veya eleştirilme korkusu o kadar baskındır ki, “hayır” demek neredeyse imkansız hale gelir. Bu durum, kişinin enerjisini tüketen, benlik saygısını aşındıran ve en nihayetinde anksiyete ve depresyon gibi daha ciddi ruhsal sorunlara zemin hazırlayan sinsi bir tuzaktır. Bu makalede, herkesi memnun etmek zorundaymışım gibi hissediyorum hissinin psikolojik temellerini, günlük yaşamdaki yansımalarını, ilişkili olduğu psikiyatrik tabloları ve bu kısır döngüden çıkış yollarını, uzman bir bakış açısıyla detaylı bir şekilde ele alacağız.

Bu Hissin Psikolojik Kökenleri ve Nedenleri

Herkesi memnun etmek zorundaymışım gibi hissediyorum” hissinin kökleri, genellikle bireyin farkında bile olmadığı, bilinçdışı süreçlerde ve erken dönem yaşantılarında gizlidir. Bu, bir gecede ortaya çıkan bir durum değil, yıllar içinde ilmek ilmek örülen bir davranış ve düşünce kalıbıdır. Bu kalıbın oluşumunda rol oynayan faktörleri anlamak, onu çözmenin ilk ve en önemli adımıdır. Uz. Dr. Alper Ayduman, terapi süreçlerinde bu kökenlere inmenin, kalıcı bir değişim için elzem olduğunu belirtmektedir.

Bireyin kendisini sürekli olarak başkalarını tatmin etme yükümlülüğü altında hissetmesi, aslında kendi içsel değerini ve sevilebilirliğini sorguladığının bir yansımasıdır. Dışarıdan gelen onay, bu içsel boşluğu geçici olarak dolduran bir yama işlevi görür. Ancak bu yama hiçbir zaman kalıcı değildir ve kişi, bir sonraki onay dozunu alabilmek için daha fazla çabalamak zorunda kalır. Bu, sonu gelmeyen bir arayıştır ve kişinin kendi kimliğinden giderek uzaklaşmasına neden olur. Bu bölümde, bu derin ve yorucu hissin arkasında yatan temel psikolojik dinamikleri, özellikle çocukluk deneyimleri ve benlik saygısı ile olan karmaşık ilişkisini inceleyeceğiz. Bu kök nedenleri anlamak, sadece semptomları değil, sorunun kendisini tedavi etme yolunda atılacak en stratejik adımdır.

Çocukluk Deneyimleri ve Ebeveyn Tutumlarının Rolü

İnsanın psikolojik DNA’sının temelleri çocukluk döneminde atılır. Özellikle ebeveynler veya bakım verenlerle kurulan ilk ilişkiler, ileriki yaşlarda hem kendimizle hem de başkalarıyla nasıl bir ilişki kuracağımızı büyük ölçüde belirler. Herkesi memnun etmek zorundaymışım gibi hissediyorum diyen bir yetişkinin geçmişine bakıldığında, sıklıkla “koşullu sevgi” dinamiklerine rastlanır. Koşullu sevgi, çocuğun sadece belirli beklentileri karşıladığında (örneğin; uslu durduğunda, yüksek notlar aldığında, ebeveynini üzmediğinde) sevgi, ilgi ve takdir gördüğü bir ilişki biçimidir. Bu ortamda büyüyen çocuk, sevginin ve kabulün kazanılması gereken bir ödül olduğunu öğrenir. Kendi varlığının sevilmek için yeterli olmadığına dair derin bir inanç geliştirir. Bu inanç, “Sevilmek ve kabul görmek için başkalarını memnun etmek zorundayım” temel şemasına dönüşür. Bu çocuklar, ebeveynlerinin duygusal ihtiyaçlarını karşılamak için aşırı bir sorumluluk üstlenirler.

Örneğin, sürekli kavga eden ebeveynlerini barıştırmaya çalışan veya depresif bir ebeveyni neşelendirmeye kendini adayan bir çocuk, kendi çocukluğunu yaşamak yerine bir “küçük yetişkin” rolünü benimser. Bu durum, onların kendi duygusal ihtiyaçlarını tanımalarını ve ifade etmelerini engeller. Sınır koyma becerisi bu dönemde gelişemez, çünkü kendi isteklerini dile getirmek, ebeveyni üzeceği veya hayal kırıklığına uğratacağı korkusuyla bastırılır. Aşırı eleştirel, mükemmeliyetçi veya kontrolcü ebeveyn tutumları da bu hissi besler. Sürekli olarak “yetersiz” olduğu mesajını alan çocuk, bu yetersizlik hissini telafi etmek için başkalarının beklentilerini karşılama konusunda aşırı bir çaba içine girer. Yaptığı hiçbir şeyin tam olarak beğenilmemesi, onda kronik bir onay arama ihtiyacı yaratır. Bu, yetişkinlikte de patronunu, partnerini veya arkadaşlarını memnun etme şeklinde devam eder.

İstanbul gibi rekabetçi bir çevrede bu durum, iş hayatında tükenmişliğe (burnout) ve özel hayatta tatminsiz ilişkilere yol açabilir. Reddedilme korkusu, bu tablonun temel taşlarından biridir. Çocuklukta ihtiyaçları karşılanmadığında veya duyguları görmezden gelindiğinde terk edilme korkusu yaşayan birey, yetişkinliğinde de bu korkudan kaçınmak için herkesle iyi geçinmeye, kimseyi kırmamaya özen gösterir. Bu, otantik bir ilişki kurmaktan çok, hayatta kalma mekanizmasıdır. Uz. Dr. Alper Ayduman, bu erken dönem yaşantılarının Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT) ve Şema Terapi gibi yöntemlerle yeniden yapılandırılabileceğini, kişinin bu eski kalıpları fark ederek onlardan özgürleşebileceğini ifade etmektedir.

Düşük Benlik Saygısı ve Değersizlik İnançları

Düşük benlik saygısı, herkesi memnun etme çabasının hem nedeni hem de sonucudur. Bu iki kavram, birbirini besleyen bir kısır döngü oluşturur. Benlik saygısı, bireyin kendine yönelik genel değer yargısıdır; yani, “Ben değerli, sevilebilir ve yeterli biriyim” inancının ne kadar güçlü olduğudur. Benlik saygısı düşük olan bir kişi, bu değeri kendi içinde bulamaz. Kendi öz değerini ölçmek için dışsal bir ölçüte, yani başkalarının onayına ve takdirine ihtiyaç duyar. Bu kişiler için varoluşsal değerleri, başkalarının gözündeki yansımalarıyla eşdeğerdir. Eğer birisi onları eleştirirse veya onlardan hoşnut olmazsa, bu sadece bir fikir ayrılığı değil, kendi varlıklarının değersizliğinin bir kanıtı olarak algılanır. Bu nedenle, herkesi memnun etmek zorundaymışım gibi hissediyorum düşüncesi, aslında “Değerli olduğumu hissetmek için herkesin beni onaylaması gerekiyor” inancının bir tezahürüdür.

Bu derin değersizlik inançları, genellikle “Ben yeterince iyi değilim,” “Ben sevilmeye layık değilim,” veya “Hata yaparsam terk edilirim” gibi temel şemalarla kendini gösterir. Kişi, bu inançların doğru olduğunu kanıtlayacak olayları seçici olarak algılar ve bu inançları sarsacak olumlu deneyimleri ise görmezden gelir. Örneğin, dokuz kişiden övgü alıp bir kişiden eleştiri aldığında, zihni sadece o tek eleştiriye odaklanır ve bu, değersizlik inancını bir kez daha pekiştirir. Mükemmeliyetçilik de düşük benlik saygısının bir başka yansımasıdır. Kişi, hata yapmaktan o kadar çok korkar ki, her şeyi kusursuz yapmaya çalışır. Bu kusursuzluk arayışı, kendisi için değil, başkalarının olası eleştirilerinden kaçınmak içindir. Bu durum, kronik bir kaygı ve stres kaynağıdır. Sürekli olarak başkalarını memnun etmeye çalışan kişi, kendi ihtiyaçlarını, isteklerini ve duygularını sürekli olarak bastırır. Kendi düşüncelerini “önemsiz”, başkalarınınkini ise “daha değerli” olarak görür. Bu, zamanla kişinin kendine yabancılaşmasına yol açar. “Ben gerçekten ne istiyorum?” veya “Bu konuda ben ne hissediyorum?” gibi soruların cevabını bulmakta zorlanır. Bu içsel pusulanın kaybolması, depresyon ve anksiyete bozuklukları için ciddi bir risk faktörüdür. Psikoterapi sürecinde, özellikle İstanbul‘daki kliniğinde Uz. Dr. Alper Ayduman, bu olumsuz temel inançları hedef alır. Bireyin, kendi değerini dış onaydan bağımsız olarak, kendi içinde inşa etmesine yardımcı olur. Bu, kişinin başkalarının beklentilerinin yükünden kurtulup kendi hayatının direksiyonuna geçmesini sağlayan dönüştürücü bir süreçtir.

“Herkesi memnun etmek zorundaymışım gibi hissediyorum”: Belirtileri ve Günlük Yaşama Etkileri

Bu derinlere kök salmış his, sadece soyut bir düşünce olarak kalmaz; bireyin günlük yaşamının her alanına sızar ve somut davranış kalıplarıyla kendini gösterir. Bu belirtiler, kişinin sosyal ilişkilerinden kariyerine, karar alma süreçlerinden ruh sağlığına kadar geniş bir yelpazede olumsuz etkilere neden olur. Kişi, genellikle bu davranışların birer “sorun” olduğunun farkında değildir; bunları “iyi insan olmak”, “uyumlu olmak” veya “fedakarlık” gibi olumlu etiketler altında normalleştirir. Ancak bu “uyum” maskesinin altında, giderek büyüyen bir tükenmişlik, kızgınlık ve kimlik kaybı yatar. Herkesi memnun etmek zorundaymışım gibi hissediyorum hissinin günlük yaşamdaki tezahürlerini fark etmek, değişim için bir uyanış anı olabilir. Bu davranışlar, kişinin hayat kalitesini ciddi şekilde düşüren, ilişkilerini yıpratan ve potansiyelini gerçekleştirmesini engelleyen gizli prangalardır. Bu bölümde, bu hissin en yaygın belirtilerinden olan sınır koyma güçlüğü ve sürekli onay arama davranışını, günlük yaşamdan somut örneklerle ele alacağız. Bu yansımaları anlamak, sorunun ciddiyetini kavramak ve profesyonel destek aramanın önemini anlamak açısından kritik bir adımdır.

Sosyal İlişkilerde Sınır Koyma Güçlüğü

Sınır koyma, sağlıklı insan ilişkilerinin temel taşıdır. Sınırlar, nerede başlayıp nerede bittiğimizi, neyi tolere edip neyi etmeyeceğimizi belirleyen kişisel kurallarımızdır. Ancak herkesi memnun etmek zorundaymışım gibi hissediyorum diyen bir birey için “hayır” kelimesi, adeta bir felaket senaryosunun başlangıcıdır. “Hayır” demek, karşıdaki kişiyi hayal kırıklığına uğratmak, onu kırmak, bencil olarak algılanmak ve en nihayetinde sevgisini veya dostluğunu kaybetmek anlamına gelir. Bu yoğun reddedilme korkusu nedeniyle, kişi kendi isteklerini, zamanını ve enerjisini hiçe sayarak, başkalarının taleplerine boyun eğer. Örneğin, iş yerinde zaten kendi iş yüküyle boğuşurken, bir meslektaşının ricasını geri çeviremez ve gece geç saatlere kadar onun işini de yapmak zorunda kalır. Arkadaş çevresinde, gitmek istemediği bir etkinliğe, sırf diğerlerini kırmamak için katılır ve bütün gece mutsuz bir şekilde orada bulunur. Aile içinde, kendi planları olmasına rağmen, bir yakınının ani bir isteği üzerine tüm programını iptal eder. Bu durumun en tehlikeli yanı, bir süre sonra bir beklentiye dönüşmesidir.

Çevresindeki insanlar, onun asla “hayır” demeyeceğine alışır ve taleplerini daha da artırır. Bu, tek taraflı ve sömürüye dayalı ilişkilerin gelişmesine zemin hazırlar. Memnun etme çabasındaki kişi, sürekli verir ama karşılığında aynı özeni ve anlayışı göremez. Bu durum, zamanla içten içe bir öfke ve kırgınlık birikmesine neden olur. Ancak bu olumsuz duyguları ifade etmek de bir sınır koyma biçimi olduğu için, kişi bunları da bastırır. Bastırılan bu öfke, pasif-agresif davranışlara (içten içe surat asma, işleri geciktirme, imalı konuşma) veya psikosomatik belirtilere (baş ağrısı, mide sorunları, kas gerginliği) dönüşebilir. Uz. Dr. Alper Ayduman, İstanbul‘daki pratiğinde, sınır koymanın bencillik değil, öz saygının bir gerekliliği olduğunu vurgular. Sağlıklı sınırlar, hem kendimize hem de karşımızdaki kişiye “Sana değer veriyorum ama kendime de değer veriyorum” mesajını verir. Terapi sürecinde, bireylere küçük adımlarla “hayır” demeyi pratik etme, kendi ihtiyaçlarını suçluluk duymadan ifade etme ve bu süreçte ortaya çıkan kaygıyla başa çıkma becerileri kazandırılır. Bu, kişinin ilişkilerinde kurban rolünden çıkıp eşit bir birey olarak yer almasını sağlayan özgürleştirici bir adımdır.

Karar Almada Zorlanma ve Sürekli Onay Arama

Herkesi memnun etmek zorundaymışım gibi hissediyorum düşüncesi, bireyin karar alma mekanizmasını felç edebilir. Basit bir restoranda ne yiyeceğini seçmekten, kariyer yolu gibi hayati bir karar vermeye kadar her aşamada, kişi kendi istek ve tercihlerinden çok, “Başkaları ne düşünür?”, “Hangi seçeneği seçersem daha çok beğenilirim?” veya “Ya yanlış karar verip birilerini hayal kırıklığına uğratırsam?” gibi sorularla meşguldür. Kendi iç sesine ve sezgilerine olan güveni o kadar zayıftır ki, her adımda dışarıdan bir onay veya güvence arar. Bu durum, kişinin otonomisini ve bağımsızlığını ciddi şekilde zedeler. Karar verme sorumluluğunu almaktan kaçınır, çünkü sorumluluk, potansiyel hata ve eleştiriyi de beraberinde getirir. Örneğin, yeni bir kıyafet alırken defalarca arkadaşlarının fikrini sorar, tatil planı yaparken herkesin mutlu olacağı bir rota çizmeye çalışır ve bu süreçte kendi zevklerini tamamen göz ardı eder. İş hayatında, bir proje hakkında kendi fikrini beyan etmekten çekinir, çünkü yöneticisinin veya ekip arkadaşlarının bu fikri beğenmemesinden korkar. Bu, kişinin potansiyelini ve yaratıcılığını sergilemesine engel olur.

Sürekli onay arama davranışı, kişiyi başkalarına bağımlı hale getirir. Kendi kararlarının doğruluğunu veya yanlışlığını, kendi değer yargılarıyla değil, başkalarının tepkileriyle ölçer. Bu, yorucu ve sürdürülemez bir durumdur. Partnerine, ailesine veya arkadaşlarına danışmadan en ufak bir adım bile atamaz hale gelebilir. Bu bağımlılık, ilişkilerde de dengesiz bir güç dinamiği yaratır ve kişinin özgüvenini daha da aşındırır. İstanbul gibi dinamik ve hızlı karar almayı gerektiren bir şehirde yaşarken, bu kararsızlık hali bireyin hem sosyal hem de profesyonel hayatında ciddi aksaklıklara yol açabilir. Kişi, fırsatları kaçırabilir, sürekli bir belirsizlik içinde yaşayabilir ve hayatının kontrolünün kendi elinde olmadığı hissine kapılabilir. Bu durum, kronik bir anksiyete kaynağıdır. Psikoterapi sürecinde, bireyin kendi değerlerini, önceliklerini ve isteklerini keşfetmesi hedeflenir. Karar alma kasını güçlendirmek için küçük ve risksiz kararlarla pratik yapılır. Bireye, her kararın herkesi memnun edemeyeceği ve hata yapmanın insani bir durum olduğu gerçeğiyle barışması öğretilir. Bu, kişinin kendi hayatının lideri olma yolunda attığı en önemli adımlardan biridir.

Memnun Etme Çabasının İlişkili Olduğu Psikiyatrik Durumlar

Sürekli olarak başkalarını memnun etme çabası, sadece yorucu bir alışkanlık veya bir kişilik özelliği değildir. Bu davranış kalıbı, tedavi edilmediğinde, çeşitli psikiyatrik bozuklukların hem bir belirtisi hem de tetikleyicisi olabilir. Bu durum, ruh sağlığı üzerinde ciddi ve uzun vadeli olumsuz etkilere yol açabilen, klinik öneme sahip bir sorundur. Uz. Dr. Alper Ayduman, bu örüntünün altında yatan dinamiklerin, özellikle anksiyete bozuklukları, depresyon ve bazı kişilik özellikleri ile yakından ilişkili olduğunu belirtmektedir. Kişi, herkesi memnun etmek zorundaymışım gibi hissediyorum hissiyle hareket ederken, aslında daha derin bir psikolojik acıdan veya korkudan kaçınmaya çalışıyor olabilir.

Örneğin, sosyal ortamlarda eleştirilme veya dışlanma korkusu o kadar yoğundur ki, memnun etme davranışı bir tür savunma mekanizmasına dönüşür. Ancak bu mekanizma, uzun vadede sorunu çözmek yerine daha da karmaşık hale getirir. Kişinin kendi duygusal ve zihinsel kaynaklarını tüketerek, onu daha ciddi ruhsal sorunlara karşı savunmasız bırakır. Bu bölümde, memnun etme çabasının sıklıkla birlikte görüldüğü üç temel psikiyatrik durumu – Sosyal Anksiyete Bozukluğu, Depresyon ve Bağımlı Kişilik Özellikleri – daha yakından inceleyeceğiz. Bu bağlantıları anlamak, sorunun bütüncül bir yaklaşımla ele alınmasının ve doğru teşhis ile tedavinin ne kadar hayati olduğunu ortaya koyacaktır.

Sosyal Anksiyete Bozukluğu ve Reddedilme Hassasiyeti

Sosyal Anksiyete Bozukluğu (SAB), bireyin başkaları tarafından olumsuz değerlendirileceği veya yargılanacağı korkusuyla sosyal durumlarda yoğun kaygı yaşadığı bir anksiyete bozukluğudur. Bu bozukluğa sahip kişiler için, herkesi memnun etmek zorundaymışım gibi hissediyorum hissi, temel bir hayatta kalma stratejisidir. Onlar için sosyal ortamlar, potansiyel birer “sınav” alanıdır ve bu sınavdan geçmenin tek yolu, herkes tarafından sevilmek ve onaylanmaktır. En ufak bir eleştiri, yanlış anlaşılma veya onaylamama belirtisi, yoğun bir utanç, aşağılanma ve reddedilme duygusu tetikler. Bu nedenle, sosyal anksiyetesi olan bireyler, bu olumsuz duygulardan kaçınmak için aşırı bir uyum ve memnun etme davranışı sergilerler.

Kendi fikirlerini söylemekten, bir tartışmaya katılmaktan veya dikkatleri üzerlerine çekebilecek herhangi bir davranışta bulunmaktan kaçınırlar. Çünkü farklı bir fikir beyan etmek, potansiyel bir çatışma ve olumsuz değerlendirilme riski taşır. Bu kişiler, genellikle “sessiz”, “uyumlu” ve “çekingen” olarak tanımlanır. Ancak bu sessizliğin altında, sürekli bir zihinsel gevezelik vardır: “Acaba ne düşünüyorlar?”, “Yanlış bir şey mi söyledim?”, “Rezil oldum mu?”. Bu düşünceler, sosyal etkileşimleri son derece yorucu ve stresli hale getirir. İnsanları memnun etme çabası, bu kaygıyı yönetmek için bir kalkan görevi görür. Eğer herkesi memnun ederlerse, kimsenin onları yargılamayacağını veya reddetmeyeceğini umarlar. Bu, kalabalık İstanbul gibi bir yerde, iş toplantılarından arkadaş buluşmalarına kadar her sosyal etkileşimi bir performans anksiyetesine dönüştürebilir. Uz. Dr. Alper Ayduman, sosyal anksiyete tedavisinde, bu olumsuz düşünce kalıplarını sorgulayan Bilişsel Davranışçı Terapi’nin (BDT) oldukça etkili olduğunu belirtmektedir. Terapide, bireyin reddedilmeye karşı olan aşırı hassasiyeti çalışılır ve her eleştirinin bir felaket olmadığı, insanların fikir ayrılıklarına rağmen sağlıklı ilişkiler kurabileceği öğretilir. Bu, kişinin sosyal ortamlarda daha otantik ve rahat olmasına olanak tanır.

Depresyon ve Kronik Yorgunluk

Depresyon, sadece üzgün hissetmekten çok daha fazlasıdır; ilgi ve zevk kaybı, enerji düşüklüğü, değersizlik ve suçluluk duyguları ile karakterize edilen ciddi bir duygu durum bozukluğudur. Sürekli başkalarını memnun etmeye çalışmak, depresyona giden yolda önemli bir risk faktörüdür. Bunun birkaç temel nedeni vardır. İlk olarak, kendi ihtiyaçlarını, duygularını ve arzularını sürekli olarak bastıran kişi, zamanla kendine yabancılaşır. Hayat, başkalarının beklentilerini karşılama görevinden ibaret hale gelir ve bu süreçte yaşamdan keyif alma kapasitesi azalır. Kendi istekleriyle bağlantısı kopan kişi için hayat anlamsız ve boş gelebilir. Bu, depresyonun temel belirtilerinden olan anhedoninin (zevk alamama) kapısını aralar.

İkincisi, memnun etme çabası, muazzam bir duygusal ve fiziksel enerji gerektirir. Sürekli olarak başkalarının ne düşündüğünü analiz etmek, potansiyel çatışmalardan kaçınmak ve her zaman “güçlü” ve “yardımsever” görünmek, kronik bir yorgunluğa ve tükenmişliğe yol açar. Kişinin kendi bataryasını şarj etmesine olanak tanıyan aktiviteler (hobiler, dinlenme, kendine vakit ayırma) genellikle “bencillik” olarak görüldüğü için ihmal edilir. Bu sürekli enerji açığı, depresyonun bir diğer önemli belirtisi olan yorgunluk ve bitkinliğe zemin hazırlar. Üçüncüsü, herkesi memnun etmek zorundaymışım gibi hissediyorum diyen kişi, ne kadar çabalarsa çabalasın, kaçınılmaz olarak herkesi memnun edemeyeceğini fark ettiğinde, bu durumu kişisel bir başarısızlık olarak algılar. Bu, derin bir suçluluk ve değersizlik hissine yol açar. “Yeterince iyi değilim” inancı pekişir ve bu da depresif düşünce döngüsünü besler.

Ayrıca, bastırılan öfke ve kırgınlık duyguları da önemli bir faktördür. Sürekli “evet” demenin getirdiği içsel öfke, dışa vurulamadığı için, kişinin kendisine döner ve bu da depresif semptomları ve kendine yönelik olumsuz yargıları artırır. Psikoterapi, bu bağlantıyı kırmak için kritik bir rol oynar. Kişinin kendi ihtiyaçlarını tanımasına, duygularını sağlıklı bir şekilde ifade etmesine ve öz bakımın bir lüks değil, bir zorunluluk olduğunu anlamasına yardımcı olur.

Bağımlı Kişilik Özellikleri

Memnun etme çabası, bazı durumlarda Bağımlı Kişilik Bozukluğu’nun (BKB) bir parçası olabilir. BKB, bireyin başkalarından aşırı düzeyde bakım ve destek alma ihtiyacı duyduğu, boyun eğici ve yapışkan davranışlar sergilediği ve ayrılık korkusu yaşadığı bir kişilik bozukluğudur. Bu bozukluğa sahip kişiler için herkesi memnun etmek, sadece bir tercih değil, varoluşsal bir zorunluluktur. Kendi başlarına karar verme, sorumluluk alma veya hayatlarını idame ettirme konusunda kendilerine hiç güvenmezler.

Bu nedenle, hayatlarındaki önemli kararları ve sorumlulukları başkalarının üstlenmesini isterler. Desteklerini kaybetmemek için, bu kişilerin her dediğini yapmaya, her isteklerini karşılamaya hazır olurlar. Kendi fikirlerini, özellikle de karşılarındakiyle çelişiyorsa, asla ifade etmezler. Çünkü bir fikir ayrılığının, o kişinin desteğini ve bakımını kaybetmelerine neden olacağından aşırı derecede korkarlar. Bu kişiler, başkalarının sevgisini ve desteğini kazanmak için hoş olmayan veya aşağılayıcı işleri bile yapmayı kabul edebilirler. Yalnız kalmaktan yoğun bir şekilde korkarlar ve bir ilişkileri bittiğinde, acilen yeni bir bakım ve destek kaynağı arayışına girerler. Düşük benlik saygısı bu tablonun merkezindedir; kendilerini o kadar yetersiz ve çaresiz görürler ki, başkaları olmadan hayatta kalamayacaklarına inanırlar.

Herkesi memnun etmek zorundaymışım gibi hissediyorum hissi, bu bağlamda, terk edilmeye karşı geliştirilen bir savunma mekanizmasıdır. “Eğer her istediğini yaparsam, beni asla bırakmaz” temel inancı davranışlarına yön verir. Bu durum, kişinin sömürüldüğü, istismar edildiği ve kendi potansiyelini asla gerçekleştiremediği sağlıksız ilişkilere mahkum olmasına neden olur. İstanbul gibi büyük bir şehirde, bu bağımlılık hali kişinin bağımsız bir hayat kurmasını neredeyse imkansız hale getirebilir. Bağımlı kişilik özelliklerinin tedavisi, genellikle uzun süreli psikoterapi gerektirir. Uz. Dr. Alper Ayduman gibi uzmanlar, terapi sürecinde kişinin özgüvenini ve bağımsız karar alma becerilerini geliştirmeyi, yalnız kalma korkusuyla yüzleşmesini sağlamayı ve daha eşitlikçi, sağlıklı ilişkiler kurmasına yardımcı olmayı hedefler.

Uzman Desteği ile İyileşme Yolları: Psikoterapi ve Tedavi Yaklaşımları

Herkesi memnun etmek zorundaymışım gibi hissediyorum” hissinin yarattığı kısır döngüden tek başına çıkmak oldukça zorlayıcı olabilir. Bu derin köklere sahip davranış kalıpları ve düşünce alışkanlıkları, genellikle profesyonel bir rehberlik ve yapılandırılmış bir terapi süreci gerektirir. Neyse ki, bu durum “kader” değildir ve doğru tedavi yaklaşımlarıyla önemli ölçüde iyileşme sağlamak mümkündür. İyileşme süreci, sadece “hayır” demeyi öğrenmekten çok daha fazlasını içerir; bu, bireyin kendisiyle, geçmişiyle ve ilişkileriyle olan bağını yeniden yapılandırdığı bütüncül bir dönüşüm yolculuğudur. Bu yolculukta amaç, bencil veya duyarsız bir insana dönüşmek değil, öz saygısı yüksek, kendi ihtiyaçlarının farkında olan ve başkalarıyla otantik ve dengeli ilişkiler kurabilen bir birey olmaktır. Uz. Dr. Alper Ayduman, İstanbul‘daki kliniğinde, bu süreçte bireye özel, kanıta dayalı tedavi yöntemleri uygulamaktadır. Bu bölümde, bu zorlu ama ödüllendirici iyileşme yolculuğunda kullanılan temel psikoterapi yaklaşımlarını ve benlik saygısını yeniden inşa etme stratejilerini ele alacağız. Uzman desteğinin, bu karmaşık sorunun üstesinden gelmede neden vazgeçilmez bir rol oynadığını ve kalıcı değişimin nasıl mümkün olduğunu inceleyeceğiz.

İstanbul’da Uz. Dr. Alper Ayduman ile Terapi Süreci

Profesyonel bir psikiyatrist veya psikoterapistle çalışmak, memnun etme çabasının altında yatan nedenleri anlamak ve yeni davranış kalıpları geliştirmek için en etkili yoldur. İstanbul‘da hizmet veren Uz. Dr. Alper Ayduman, bu konuda bütüncül bir yaklaşım benimsemektedir. Terapi süreci, öncelikle güvenli ve yargılayıcı olmayan bir ortamda, bireyin bu hissi ve bu hissin hayatındaki etkilerini özgürce paylaşmasıyla başlar. Terapide sıklıkla kullanılan ve oldukça etkili olan yöntemlerden biri Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT)‘dir. BDT, “herkesi memnun etmek zorundaymışım gibi hissediyorum” düşüncesinin arkasındaki işlevsel olmayan temel inançları (“Sevilmek için kusursuz olmalıyım”, “Hayır dersem terk edilirim”, “Başkalarının ihtiyaçları benimkinden daha önemlidir”) hedef alır. Terapist, bu düşüncelerin gerçekliğini danışanla birlikte sorgular ve bunların yerine daha gerçekçi ve sağlıklı alternatif düşünceler geliştirmesine yardımcı olur. Örneğin, “Hayır demek beni bencil yapmaz, sadece sınırlarımı koruduğumu gösterir” gibi. BDT ayrıca, davranışsal deneyleri de içerir. Danışan, terapistin rehberliğinde, küçük ve yönetilebilir adımlarla sınır koyma veya kendi fikrini belirtme gibi yeni davranışları dener. Bu deneyimler, korktuğu felaket senaryolarının (örneğin, herkesin onu terk etmesi) gerçekleşmediğini görmesini sağlar ve yeni davranışları pekiştirir. Daha derinlere kök salmış ve çocukluk travmalarından kaynaklanan örüntüler için ise Şema Terapi etkili bir yöntemdir. Şema Terapi, “boyun eğicilik”, “onay arayıcılık” ve “kusurluluk” gibi kişinin hayatını yöneten temel şemaları ve bu şemalarla başa çıkma modlarını (örneğin, “uyumlu teslimci mod”) belirler. Terapinin amacı, bu sağlıksız şemaları ve modları zayıflatmak ve onların yerine “sağlıklı yetişkin modu”nu güçlendirmektir. Bu, bireyin kendi ihtiyaçlarını gören, koruyan ve sağlıklı bir şekilde ifade eden içsel bir sese sahip olması anlamına gelir. Terapi, sadece bir teknik uygulama süreci değil, aynı zamanda terapötik ittifakın, yani terapist ile danışan arasında kurulan güvene dayalı ilişkinin de iyileştirici gücünden faydalanır. Bu güvenli ilişki içinde birey, reddedilme korkusu olmadan kendini olduğu gibi ifade etmeyi öğrenir.

Öz Şefkat ve Benlik Saygısını Yeniden İnşa Etme

Düşük benlik saygısı, memnun etme çabasının temelinde yattığı için, iyileşme sürecinin en önemli hedeflerinden biri, bireyin kendi öz değerini içsel kaynaklardan besleyerek yeniden inşa etmesidir. Bu süreçte öz şefkat kavramı kilit bir rol oynar. Öz şefkat, zorlandığımızda, hata yaptığımızda veya acı çektiğimizde, kendimize bir dostumuza göstereceğimiz nezaket, anlayış ve ilgiyle yaklaşmaktır. Memnun etme eğilimindeki kişiler, genellikle kendilerine karşı çok acımasız ve eleştireldirler. En ufak bir hatada kendilerini sert bir şekilde yargılarlar. Öz şefkat, bu içsel eleştirmenin sesini kısmayı ve yerine daha destekleyici ve anlayışlı bir iç ses geliştirmeyi hedefler. Bu, zor bir anda “Herkes hata yapar, bu insani bir durum” diyebilmek ve kendine karşı sabırlı olmaktır. Psikoterapi sürecinde, mindfulness (bilinçli farkındalık) egzersizleri gibi tekniklerle öz şefkat pratiği geliştirilir. Benlik saygısını inşa etmenin bir diğer yolu, kişinin kendi değerlerini, ilgi alanlarını ve tutkularını yeniden keşfetmesidir. Herkesi memnun etmek zorundaymışım gibi hissediyorum diyen kişi, genellikle kendi zevklerini ve isteklerini o kadar uzun süre ihmal etmiştir ki, artık onlarla bağlantısını kaybetmiştir. Terapide, “Başkaları ne ister?” sorusundan “Ben ne istiyorum?” sorusuna bir odak kayması sağlanır. Kişi, sadece kendisi için keyif aldığı aktivitelere zaman ayırmaya teşvik edilir. Bu, bir hobiye başlamak, yeni bir beceri öğrenmek veya sadece yalnız başına keyifli vakit geçirmek olabilir. Bu deneyimler, kişinin mutluluğunun ve değerinin başkalarının onayına bağlı olmadığını, kendi içsel kaynaklarından da beslenebileceğini görmesini sağlar. Kendi başarılarını ve olumlu özelliklerini tanımak ve takdir etmek de benlik saygısını güçlendirir. Kişi, genellikle başarılarını küçümseme veya şansa bağlama eğilimindedir. Terapide, bu başarıları sahiplenmesi ve kendi güçlü yönlerinin bir listesini yapması gibi egzersizlerle, kendine yönelik daha dengeli ve olumlu bir bakış açısı geliştirmesi desteklenir. Bu, dış onaya olan bağımlılığı azaltır ve kişinin kendi değerini kendi içinde bulmasına yardımcı olur.